KEL DUDU
Hatice Oya Kuzgun
Koş, yetiş! Televizyonda, -kaynanalar- dizisi başladı…
O gün daha önce hiç görmediğim bir çok genç adam geliyordu babamın yanına. Her biri panayıra hazırlanan çocukların sevinçli telaşı içindeydi. Onları oturak âlemine götürecek kamyona zamanında yetişebilmek için koşarak gelen yeni yetmeler, bir yandan getirdikleri yiyeceklerin dökülmesi endişesiyle sepetlerine bakıyorlar, diğer yandan sağa sola bakınarak çevreyi süzüyorlardı. Daha deneyimliler, ağırbaşlı olanlar heyecanlarını, kollarına asılı sepetlere yerleştirilmiş çinko tabakların arasına sakladıkları utanmayla yürüyorlardı.
Bütün mahalleli, hatta tüm kasabalı telaş içinde, caminin önündeki alana getirilen külüstür bir kamyonun kasasına binenleri izliyor, bazıları kapılarının eşiğinde bekliyordu. Şimdiye kadar çok kez bu tür eğlenceye tanık olup kocasını göndermiş, şimdi de oğullarını uğurlayan analar, çaktırmak istemediği bir sevinçle kocasının gidişine öfkelenmiş gelinlerine bakıyor, evinde erkeği olmayan kadınlar da kıskanç başlarını pencerede unutmuş, dikkatini kamyona binen erkeklere vermişti.
Tatlı bir karmaşanın sürüp gittiği meydan, küçük bir düğüne hazırlanıyordu .
Kanal değiştirdim. –Gezelim, Görelim- programından görüntüler var. Dağlar, köylüler, sürüler… Hâlâ gelemedin yanıma. Senden önce odaya keçiler doldu.
Günü daha önce tayin edilmiş, bağ arasında yapılacak bu eğlencede kesilmek üzere ortaklaşa alınan bir tekeyi, iri boynuzundan yakalamış sürükleyerek getirmeye çalışıyordu babam. Keçinin parlak, kara kıllarından tutup asılıyor, onun yürümek istemeyen inadını kırmaya çalışıyor, teke kamyona çıkmak istemedikçe, çenesindeki bir tutam sakalından asılıp duruyordu. Ayaklarını geren keçiyi olduğu yerden bir adım ileri attıramamanın verdiği sıkıntıyla sağa sola bakınıyor, kendisine yardım edecek birini arıyordu.Mahallelinin kendini süzmesinden tedirgindi. Tekeyi biran önce kamyona atmaya çalışırken, bir de parçalı derilerden yapılmış yeleğinin cebinden saatin düşüvermesi tuz biber olmuştu sıkıntısına. Sallanan saat, gri metalden zinciriyle tutturulduğu için havada öylece kalıvermiş, babam boynuzu tek eliyle tutup boşta kalanıyla saati kösteğinden yakalayıp atıvermişti yerine.
Bir süredir bir pergel açıklığında gerdiği kısa ve küt bacaklarıyla yerden kuvvet alarak, tekeyi birkaç adım sürükleyip mehter marşıyla yürüyorlarmış gibi geri gelişi yüzünden öfkelenmiş, deliye dönmüştü. Kendisine yardım edecek birisini aramaya başladı yeniden.Kaldırdığı başında dökülen saçlarının bıraktığı, güneşin altında uçak pisti gibi ışıldayan dazlağıyla alnında birikmiş ter damlacıklarını elinin tersiyle sildi. O sırada kolunda taşımaktan zorlandığı sepetiyle göründü eniştem. El etti, ikisi bir olup tekeyi kamyona atabildiler sonunda.
Sabahattin Ali’nin -Gramofon Avrat- öyküsü okunuyor kanal 12 de. Gel de dinle, kaçırma. Hadi gel, sallanma!
Eğlenceye katılan kasabanın babayiğit delikanlılarıyla kamyon dolmuş, ağır ağır hareket ederken, kara çarşaflı biri koşar adım yetiştip, elini gençlere uzattı. Hep birden eğilip onu kasaya attıktan sonra tedirgin ve ürkek bakışlarını evlerin camlarında gezdirdi gençler. Yine hepsi birden şoföre, ‘acele et,’ diye bağırdı. Benimle birlikte, gidenleri suratını asarak izlemekte olan annem, kamyona binen kadını göstererek, “ Kel Dudu,” dedi tiksintiyle. “ Oynatacaklar…”
İhtilal yıllarında kasabamızda yılda bir-iki kez yapılan oturak âlemlerinin çengisi, en çok da düğünlerimizin tefçisiydi Kel Dudu. Dışarıdan geldiği ve çingene olduğu söylenirdi.Çalgıcılık ücreti pek pahalı değildi ama ona düğünün ağası gibi muamele edilirdi.O tefini her vuruşunda; debisi derin dereler gibi çeperlerini zorlayan damarları, ellerindeki yaşlılık lekeleriyle onu çirkinleştirmekte yarışırken, kırk yaşını gösteren yüzünü, tefine doğru indirir, ellerindeki ve boynundaki kırışıklıklar toprağı yaran bir pulluğun açtığı izler kadar derinleşirdi. Buldog köpeği gibi sarkık yanaklarında büyümüş kıllarını oynayarak, şişkin göz torbalarının altında kalmış çipil gözleriyle düğüne gelenleri süzerek inceler, sonra hafiften başlardı tefini çalmaya. O tefe vurdukça, genç kız karnı gibi dümdüz kel kafasına bol gelmiş yazması sallanır, ucundaki oyalar, lunaparktaki arabalar gibi çarpışırdı.
Bütün haşmetiyle yüzünü kaplamış olan sivri burnunu, elinin tersiyle vara yoğa silerken, tıpkı devekuşuna benzeyen guatrlı, uzun boynunun üstüne oturtulmuş, dar ve küçük kafasını kaşırdı. Hünerli mahalle kasabının bile bir gram et çıkaramayacağı yüz derisi, sigarasını içerken içine göçer, nikotinden sararmış dişlerini göstererek, ısıracakmış gibi gülerdi bizlere.
Geldin mi karıcığım? Kibariye türkü okuyacak şimdi. Onun çingene olması önemli değil, gel… Mısır’lı Ümmügülsüm gibi müthiş bir ses var kadında. Konuşmadıktan sonra dinlerim. Bak ne güzel söylüyor.
Tefine vurdukça, kara eteğinin üzerine bıraktığı gümüş işlemeli metal sigara tabakası oynattığı kızlar gibi tıngırdar, tefini bastıran gür sesiyle Kibariye gibi söylerdi ‘Sepetçioğlu’ türküsünü.
Neden değiştirdin kanalı? Hiç sevmem Huysuz Virjin’i. İnsanları eğlendirmek yerine şakayla karışık türlü hakaretler ederek demediğini koymaz.
Kadınları incitecek, utandıracak şeyler bulmanın ustasıydı Kel Dudu. Onların, alçak gönüllülüklerini kullanıp işi, anasına babasına dil uzatmaya kadar vardırırken, yeni yetişmekte olan güzel kızların başına, ufak darbelerle tefini geçirerek çirkin oluşunun hıncını alırdı. Gençliklerinden, güzelliklerinden bir parça eksiltiyormuş gibi sevinir, kendisine öfkeyle bakan bir yeni yetme görse, tefinin zil sesine karışan diş gıcırtıları çıkartırdı. Onu, o haliyle masal kitaplarından çıkmış, minderinde oturan, iğrenç, huysuz bir cadıya benzetirdim.
Bak Allah aşkına, Virjin’i dinlemiyor kimse. Herkes birbirini çekiştiriyor, eskinin düğünleri gibi…
O zamanlarda düğünler evde yapılır; sofası büyük evler, düğün sahiplerine teklifsiz, nazlanmadan verilirdi. Eğlencenin yapılacağı gün; bacağı kırık sandalyeler, iskemleler, tabureler taşınır, açık hava tiyatrosuna gider gibi getirilen minderlerle, şiltelerin üzerine bağdaş kurup otururdu herkes.
Teyzemin kına gecesi yine böyle geniş sofalı bir evde yapılmıştı. Annem beni sevindirmek ve onurlandırmak için kırmızı ipekliye, metal pullar döşeyerek bürümcük işlemiş, başıma örtmüştü o gün. Çeyizinden, altın suyuna batırılmış simlerle dokunmuş mor kadife bindallı üstüme büyük geldiği için saray işi gümüş bir kemerle sıkıştırarak belime uydurmuştu. Ayağımda tahta nalınlar… Sayesinde hem boyum uzamış hem de tırnağımın kırmızı ojeleri çıkmıştı ortaya.
Düğün yapılan eve kendimi sultanlar gibi hissederek gelmiş ama geç kaldığım için oturacak bir taht bulamamış, on yaşlarında bir kraliçeydim. Şiltelere oturmak istememiş, ağlayarak küsmüştüm anneme. Ama o, öyle telaşlıydı ki…
Şimdi de -küstüm şov- başladı. Padişahın kızı olsan küstüm diye bağırıyor adam. Yalan! Şimdi,- ye kürküm ye - dünyası… Parasız saadet olmaz zamanı!
İçerideki odalardan birindeki demir karyolanın altına ağlayarak saklanmış,uyuyup kalmıştım. Boynumda o gün için ödünç alınmış, kırmızı kurdeleye dizili, altı Reşadiye Beşibirlikle kayboluşumu gecenin ilerleyen bir saatinde fark eden annem, ambarlara, kilerlere, en girintili köşelere bile bakmış, bulamayınca korkmuştu. O zamanlar çocuk kaçırmalar pek duyulmadığı için altınların çalınacağını onları nasıl geri vereceğinin hesabını yapıyordu herhalde.
Saklandığım yeri bilmesine rağmen, hepimizin üzülmesinden gizli bir sevinç duyan Kel Dudu sonunda insafa gelmiş ve yerimi söylemesiyle iş tatlıya bağlanmıştı.
Yemin ederim, kapitalist dünyayı en kolay ve en doğru anlatan şey, türküler. Baksana, /Bas bas paraları Leyla’ya./ Bir daha mı geleceğiz dünyaya/ türküsünü söylüyorlar, şovda…
Eteğine para atılmazsa; tefini, dizine kapar parmakları, para çevrildikçe dokunurdu tefine ancak. Bayramlıklarını, en güzel fistanlarını giyerek düğüne gelen kızlar, o zamanlar nazlanmadan oynamak ayıp olduğu için ortaya çıkmakta epeyce zorlanırlardı. Zaten oyun pisti çapı, üç metre olan bir daireyi bulmayan alandan küçük olur, bir iki kez dönerek oynarmış gibi yapan kızlar, türkünün bir mısrası bitmeden yerlerine oturmuş olurlardı.
Gel, biraz çabuk ol! Şarkıları, türküleri kaçırdın. Allah aşkına şu üst üste oynayan gençlere bak. Hepsi, birer dansöz vallahi… Bel büküp gerdan kırıyorlar… Yarı beline kadar açıklar, nerdeyse çırılçıplak. Eteklerinden fırlayan kalçalarına bak! Milletçe dansöz olduk canım…
Kimse piste çıkıp oynamadığı için önceden, belirlenmiş ‘yenge,’ denilen kadınlar, oynatacakları kızları; kollarından asılarak, belinden çekerek, tatlı dillerle yalvararak ikna etmeye çalışırdı. O da bu boşluktan yararlanıp çevresinde oturanlara lâf yetiştirir, kiminin saçında, kiminin başında kusur bularak, onları rencide edecek zamanı kazanmış olurdu.
Kanal değiştiriyorum. Televizyonlarda beni değiştirecek, beni geliştirecek, ufkumu açacak bir program bulabilsem, başımda çöp kıracağım. Ne günlere geldik yahu! Hiçbir kanal, toplumu eğitecek bir program yapmaz mı? Buldum. Buldum. Bu, bir belgesel. Anadolu’da köy düğünleri…
Böyle sevimsiz, yarı çekişmeli geçen düğünleri daha ilginç kılabilmek için erkek kılığına girmiş kadınlar, sessizliğin arttığı ışıkların söndürüldüğü bir zamanda ansızın çıkagelirdi. Korkuyla birbirine sarılıp ışığın gelmesini bekleyenlerden, elinin beğendiğini oynamaya zorlardı bu kadınlar. Bu işi de en çok, cepkenin altına giydiği çizmesi, efe donuyla teyzem yapardı. Dudaklarının üstüne sürdüğü kömür karasında bıyıklanıp yiğitliği daha heybetli görünsün diye başına serpuşlu fes takar, kalabalığı yararak ortaya çıkardı. Bazen elindeki tabancayla su fışkırtarak renk katardı düğünlere.
Ayrıca bir halk ozanı gibi, Kel Dudu’yla atışabilirdi. Düğünlerden başka hiçbir sosyal yaşamın olmadığı bu yerlerde kadınlar kurtlarını döker, gece boyunca birbirlerini izlerken ikisinin atışmasıyla kahkahalarla güler, dedikodu yapacak şeyler bulurlardı yeni bir düğüne kadar.
Senden, senin uyumsuzluğundan bıktım. Şöyle bir gece de birlikte oturup keyif yapamaz mıyız canım? Üstelik yaşlandın. Maziyi düşünmekten, hayal kurmaktan başka işe yaradığın yok.
Oturak âlemine gittiğini söyleyen eniştemin boşboğazlığı yüzünden teyzemle, Kel Dudu’nun arası bozuluncaya kadar düğünler böyle devam edip gitmişti. Ama o günden sonra teyzem hiçbirine gitmez oldu. Düğünlerin de tadı tuzu kalmadı. Daha sonraları saz çalmak için gelen çingene kız kardeşler yüzünden Kel Dudu’nun pabucu dama atıldı.