Sedef Saplı Bıçak, araştırmacı yazar Zeki Oğuz’un Miço adı ile nam salmış eski Konya kabadayılarından Mustafa Saldı’nın yaşam öyküsünü anlattığı kitabın adıdır. Anlatılan yalnız Miço değil, aynı zamanda altmışlı yılların Konya’sıdır. Her bölümün sonunda, küçük ayrıntılarla döneme dair hatırlatmalar yapılır.
Zeki Oğuz’un bir kabadayıyla ne işi var diyeceksiniz. Yılmaz Güney’in, 1962’de Konya’da altı aylık bir sürgün dönemi olduğunu biliyoruz. Bu dönemle ilgili birbirini tutmayan pek çok şey yazılıp çizilmiştir. Yılmaz Güney’in İsviçreli gazeteci İrina Brezna’ya yaptığı açıklama bize ışık tutar: “… Sadece hapishanede yatmış olmam nedeniyle kabadayılar bana yardım etti. Yer buldular, altı ay onlarla kaldım. Onlar bana baktılar.”
Kitapta bunu bir de Miço’nun ağzından dinleriz. Nevşehir’deki hapishane arkadaşları Yılmaz Güney’e Miço’nun adını verirler. Gelir gelmez onu bulur. Yılmaz Güney de Miço gibi Kürttür. Ve Miço kendinden yardım isteyen insanları kolay kolay geri çevirmez. Bu yüzden ona sahip çıkıp kol kanat gerer.
Yılmaz Güney’in, genelevde tanıştığı Yasemin, gerçek adıyla Can Ünal ile ilişkisi olmuş, ama bazı yazarların belirttiği şekilde onun parasını yememiştir. Miço bunu kesinlikle yalanlar ve “Biz böyle bir şey hissetseydik aramıza almazdık Yılmaz’ı der. Aksine Yılmaz Güney, onu genelevden kurtarıp İstanbul’a götürmüştür.
Yılmaz Güney’in Miço’yla olan bağı, altı ayla sınırlı kalmamış, yıllarca devam etmiştir. 1963’de çektiği “İkisi de Cesurdu” adlı filmde Miço’yu anlatmıştır. Ama yönetmen Rum adına benzettiği için Miço yerine, Ali Duran adı kullanılmıştır.
Yılmaz Güney, Miço’ya “Dolav” adlı başka bir film sözü vermiştir. Bu film, Miço’nun yaşadığı Dolav mahallesinde çekilecek ve Miço’nun hayatını anlatacaktır. Yumurtalık olayından sonra cezaevine düşmesi, sonra da Fransa’ya gitmek zorunda kalması yüzünden filmi çekemez. Bu hayali Kadir İnanır, Hülya Avşar, Şerif Gönen ve Abdurrahman Keskiner, Güneş doğarken adlı filmle gerçekleştirmişlerdir.
Zeki Oğuz, tanıdıkça sever Miço’yu. Bunu, kitabın her satırında, yalın ve sürükleyici bir dille, okura da yansıtır. Miço, bazen haksızlığa ve edepsizliğe tahammül edemeyen eli bıçaklı bir kabadayı, bazen fakir fukara babası, bazen de arkadaşı uğruna varını yoğunu verip her türlü tehlikeye atılabilen gerçek bir dost olarak çıkar karşımıza.
Yazıhanesindeki işlemeli aynayı gösterip “O ayna, ana yadigârı gardaş.” derken hüzünlenir, ikinci eşi Hanife Hanım’ın üstüne imam nikâhı ile evlendiği Gülsemin Hanım’ın “Kabadayı filan ama resmen kur yapıyordu.” sözleriyle gülümseriz.
Miço’nun cebindeki bozukluklar, yazıhanesinin çevresine doluşan çocuklarındır. Çocukları çok sever. Kendi çocuğu olmadığı için, ağabeyinin oğlu İbo’yu doğar doğmaz evlat edinir; babalık duygusunu onunla yaşar.
İlk yaralama olayını o dönem moda olan sedef saplı bıçağıyla gerçekleştirir Miço. Kitaba adını veren sedef saplı bıçaksa, Zeki Oğuz’un yüreğinde yer etmiş gençlik anılarından biridir. Köydeki delikanlılara özenip Kör Mustafa’nın belinden sedef saplı bıçağını alır yalvar yakar. Daha ilk takışında dedesinden azar işitir. Evin odunluğuna saklar bıçağı. Hem öyle iyi saklar ki, daha sonra aradığında, kendi bile bulamaz.
Anlaşılacağı üzere Zeki Oğuz’un silahlarla ilk ve son tanışıklığıdır o bıçak. Nitekim komünizm propagandası iddiasıyla tutuklandığında delil olarak alınanlar, iki adet mektup, Ahmet Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı şiir kitabı ve Gogol’un “Bir Delinin Hatıra Defteri” adlı tiyatro eseridir.
Ailesini anlatırken “Gardaş, aile 1917’de Van’ın Özalp ilçesinden gelmiş buraya.” der Miço. Bu bir yerde Miço’nun da değişen kaderidir. Devlet altmış dönüm toprak verip Cihanbeyli’ye yerleştirir. Ama babası toprağını açıkgöz birine kaptırıp bir de olaya karışınca, Adana’ya göçmek zorunda kalırlar. İki yıl süren Adana macerasından sonra geri dönerler. Ancak, Miço’nun iki ağabeyini kurban vermişlerdir bu uğurda. Çocuklar, sıcaktan beyin kanaması geçirmiştir.
Miço, üçüncü sınıfta okuldan ayrılır. Ayakkabı boyacılığı ve hamallık yapar sokaklarda. Sünnetini bile ailesine yük olmamak için, toplu sünnete gidip kendi olur. Dört yıl bir ekmek fırınında çıraklık yapar. Evden kaçıp iki yıl da İzmir’de fırında çalışır. Askerliği sırasında, bir vukuatı yüzünden sürgün yememek için alelacele boyacılık bile öğrenir.
Zeki Oğuz, “Miço’nun en keyifle anlattığı anılar futbol oynadığı dönemle ilgili anıları oluyor. Gözlerinin içi gülüyor o günleri anlatırken” der. Bir dönem İdmanyurdu’nda oynadığını öğreniriz. Hem de çok iyi sayılabilecek bir parayla… Bunun üzerine bir kahvehane açar Miço. Daha sonraki hayatında geçimini onunla sağlar. Yılmaz Güney’in yönlendirmesi ile ikinci el bir film makinesi alıp sinemacılığa soyunur. Her gösterimde defalarca film koptuğu için rezil olup bu işten vazgeçer.
Konya’nın kaybolan değerleri, koca bir yaradır Zeki Oğuz’un yüreğinde. Dolav’a her gidişinde bunu daha yoğun anlar. “Yolun civarında iki-üç katlı evler hep eski günlerdeki gibiydi. Evleri birbirinden daracık sokaklar ayırıyordu. Havaların sıcak olduğu zamanlar, kapıların önlerinde kadınlar oturur, onlar aralarında dedikodu ederken çocuklar çevrelerinde çığlık çığlığa oynaşırlardı. Buralar, şimdi yerinde yeller esen bizim eski mahalleye çok benziyordu.”
O, sabahın erken saatlerinde tarla sürmeye giderken halı fabrikasının halıcı kızları da yollara düşmüştür. Çocukluk anılarından biri olan bu kızlardan bahseder kitabında: “Çoğunun upuzun saçları vardı. Öylesine atıverirlerdi başörtülerini saçlarının üzerine. Saçları örtünün içinden taşar, yanaklarından omuzlarına dökülürdü.”
Miço’nun ölümünü başkalarından duyar Zeki Oğuz. Kitaplar, sergiler girmiştir Miço’yla aralarına. Bu yüzden cenazesinde bile bulunamaz. Kısa bir süre sonra yalnız Miço değil, oturduğu mahalle de yok olacaktır. Sıcacık insanlarıyla birer ikişer katlı evler, yerlerini koskoca apartmanlara bırakır Konya’da. Akıp giden zamanı durdurabilmek, hiç kimsenin elinden gelmez. Kalanlar, ucundan kıyısından, değişen çağa ayak uydurmaya çalışırlar.
Ayşe Korkmaz,3 Şubat 2010
Bugün 80133 ziyaretçi (151274 klik) kişi burdaydı!